11 Aralık 2010 Cumartesi

Askerlik

Altı aylık askerlik arası... Mayıs'ta görüşmek üzere...

29 Ekim 2010 Cuma

Lady Gaga Türkiye İçin Ne Anlama Geliyor


Feminist ikonu ve eşcinsellerin yılmaz savunucusu olarak dünyaya sunulan Amerikalı şarkıcı Lady Gaga siyaset meydanına indi. Peki, Lady Gaga gerçekten bir kahraman mı, yoksa abartılan bir “ürün” mü? Türkiye açısından bakınca ben onu, “apolitik Özal gençliğini 21. yüzyıla uyumlu hale getiren bir figür” olarak görüyorum. İki cephesinde Nihat Doğan ve Gülben Ergen’in yer aldığı “derin” siyasi tartışmada, arka planda çalan şarkının sahibi Lady Gaga... Bu da böyle bir Cumhuriyet Bayramı yazısı... DEVAMINI OKU

19 Ekim 2010 Salı

ABD, İran ile Barışı Gerçekten İstiyor Mu

NATO füze kalkanı projesi Türkiye’yi sadece İran’dan değil, aynı zamanda Suriye ve İsrail gibi başka ülkelerin gelecekte teşkil edebileceği olası tehditlerden de koruyacaktır. Ama bu konuda silah lobilerinin propagandasına kanmadan, ulusal çıkarlar temelinde bir karar almak gerekiyor. Çünkü ABD hâlâ bölgedeki savaşları bitirmekten değil, onları uzatmaktan ve yaymaktan çıkar sağlıyor. Bu durumu değiştirecek dinamikleri yaratmak şart. DEVAMINI OKU

12 Ekim 2010 Salı

Kusturica İdam Edilmeli


Kusturica skandalında insanın midesini en çok bulandıran şey, ne ünlü yönetmenin çelişkili tutumu, ne de AKP zihniyetinin alışıldık çifte standardı. En rahatsız edici gerçek, Kusturica ile AKP’nin, Yugoslavya’nın parçalanmasını aslında aynı söylemi kullanarak yorumluyor oluşları... Bu yüzden idam edilecekse, Kusturica işte bu yüzden idam edilmeli. Tarihi gerçekliği kitlelere çarpıtarak sunduğu için... DEVAMINI OKU

4 Ekim 2010 Pazartesi

Söylenene mi, Söyleyene mi?

Bizim kültürümüzde, ‘Nurettin Eşfak’ın deyişiyle, aksayan bir taraf var. Söylenene değil, söyleyene bakma huyumuz fena. İster yapıcı, isterse yıkıcı olsun bir konuda yapılan, beğenmediğimiz bir eleştiriye ilk tepkimiz, eleştirmenin kişiliğine saldırmak oluyor. Bu kusuru düzeltmek için, "çağımızın ikilemini" hatırlayalım. DEVAMINI OKU

12 Ağustos 2010 Perşembe

Genelkurmay'ın E-posta Hesabı ve TÜBİTAK


En basit bilgisayar teknolojilerinden bihaber olan TÜBİTAK “uzmanları”, Balyoz davasının kaderiyle oynuyor. Peki Genelkurmay Başkanlığı, kendi resmi e-posta hesabı kullanılarak “referandumda evet oyu verin” diye propaganda yapıldığının farkında mı? Bilemem ama bugünlerde ülke Allah’a emanetmiş gibi bir manzara var. Çünkü sanki kimse “psikolojik savaşçılardan” daha hünerli değil gibi... Referanduma kadar idare edeceksiniz. DEVAMINI OKU

13 Temmuz 2010 Salı

İslami Berlusconi Zerdari ve Biz


Pakistan Devlet Başkanı Zerdari iki yıl önce Türkiye’ye geliyor ve Pakistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu, Zerdari ve heyeti için güya “beş Türk kızı ayarlıyor.” Pakistan’daki muhalif basının bu ay hiçbir belgeye dayanmadan yayınladığı bu iddianın arkasında, bu ülkede hâlâ gündemde olan son anayasa değişikliği ve Zerdari’yi özellikle Batı kamuoyuna “Güney Asya’nın Berlusconi’si” gibi gösterme çabaları var. Sorunun temeli ise Zerdari ve Berlusconi gibi “liderler” üreten uluslararası sistemde... O sistem tarafından “Pakistanlaştırılmamak” için, anayasa referandumu ve genel seçim öncesinde bu kıssadan bir hisse çıkarabiliriz: Allah, Türkiye’ye, herkesin kuklası olabilecek güçsüz bir devlet, güçsüz bir hükümet vermesin. DEVAMINI OKU

1 Haziran 2010 Salı

Sıfır Sorun ve Gazze

İsrail donanmasının, Gazze açıklarında Türk gemisine yaptığı baskın, Netanyahu Hükümeti’nin, yeni Türkiye stratejisinin bir parçası olabilir. Uluslararası hukuk açısından Türkiye’nin eli zayıf görünüyor; fakat uluslararası siyasette Ankara, İran yerine Avrupa ülkeleriyle bir blok oluşturarak İsrail’i yalnızlaştırabilirse, Netanyahu’nun oyununu da bozacaktır. Bu yolda, Bakan Davutoğlu’nun “sıfır sorun” politikasını terketmemesi tüm dünya için kritik önemde. DEVAMINI OKU

27 Mayıs 2010 Perşembe

Menderes'i Anarken Kılıçdaroğlu

Meşum 27 Mayıs darbesinin 50. yıldönümünde Adnan Menderes yine gündemde. Tam da Türkiye, "halkçı" siyasetlere ihtiyaç duyduğu bir dönemde "halk yardakçılığının" kapanında debelenip dururken... DEVAMINI OKU

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Yaşlı Kürtler ve Güneş Evi


Basın Enstitüsü Derneği ile Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti'nin ortaklaşa düzenlediği “Medya, Empati ve Barış Çalıştayı” için 8 Mayıs’ta Diyarbakır'daydım. Orada gördüğüm "kuşak farkı" bana umut verdi. İşte hikayesi... DEVAMINI OKU

30 Nisan 2010 Cuma

Türk Kimdir, İngiliz Nedir?

İngiltere ve Fransa’da son beş yıldır süren “milli kimlik” tartışması, hükümetlerin siyasi koz sağlama amaçlı günübirlik politikaları tarafından tetiklendi. Ancak bu tartışmaların temelinde, hakiki bir toplumsal ihtiyaç var. Öyle ya da böyle, bu tartışmalar sayesinde İngiltere ve Fransa’da toplumsal “öteki” yeniden tanımlanıyor. Türkiye’nin bölgesel bir süpergüç olabileceği yakın gelecekte benzer bir tartışma bizde de başlasa, acaba “Türk-Kürt gerilimi” kalıcı olarak sona erer mi? DEVAMINI OKU

23 Nisan 2010 Cuma

Erdoğan'ın Çakısı, Lula'nın Parmağı

Türkiye’yi İran meselesinde ABD ile “çarpışma rotasından” çıkaran, uluslararası arenanın yükselen yıldızı Brezilya ile sergilediği ortak duruş oldu. Böylece Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Balkanlar’dan sonra bir alanda daha, akıllıca bir taktikle Ankara’ya geçici, ama önemli bir kazanım elde ettirdi. Fırsat bu fırsat, Latin Amerikalı bu yeni müttefikimizin küresel güç olma yolundaki deneyimlerinden yararlanamaz mıyız? BRIC’i “BRIC-T” yapmak için illa bir Lula mı lâzımdır mesela? “Türkiye yönetilemez, idare edilir” ise, Brezilya’yı nasıl yönetiyor Lula? DEVAMINI OKU

24 Mart 2010 Çarşamba

ABD ve Türkiye Çarpışma Rotasında

Yıllardır ABD ile ortak bir dış politika uygulayan AKP Hükümeti, İran’ı ikna edemeyip bir de üstüne Tahran’a “biraz fazla” yaklaşınca, Washington’ın “kara listesine” alındı. Ermeni soykırımı tasarısının engellenmesi konusunda Obama Yönetimi’nin sergilediği “isteksizliğin” nedeni de bu... Perde arkasında durum çok daha ciddi. Washington-Ankara ilişkileri, bu tek mesele yüzünden tezkere sürecinde yaşanandan bile gergin bir döneme girebilir. Asıl rahatsız edici olan ise ABD’nin medya üzerinden Ankara’ya şantaj yapmaya başlaması... DEVAMINI OKU

16 Mart 2010 Salı

Soykırım Fetişistleri Ve 'Özür' Özürlüler

1915 olaylarını soykırım olarak niteleyen ülkelerin sayısının artması, Türkiye’de yılgınlık ve bıkkınlığa neden olmamalı. İddia ediyorum: ABD birkaç yıl daha “Ermeni soykırımı” ifadesini kullanmazsa, bu konu muhtemelen bir daha asla uluslararası gündeme gelmeyecek. Türkiye ise ciddi bir meseleden kurtulacağı o gün, başkalarının değil, kendi iradesiyle tarihiyle yüzleşmeye hazır olmalı. Ne resmi tarih müptelalarının, ne de “soykırım” fetişistlerinin hoşlanacağı bir önerim var: Bence bireyler değil ama devlet, Osmanlı Ermenileri’nden özür dilemeli; ama bununla da kalmamalı... DEVAMINI OKU

7 Mart 2010 Pazar

Soykırım Tasarısı Kahır Değil Lütuf

ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin Ermeni soykırımını tanıyan karar tasarısını bir oy farkla kabul etmesi, Ankara’nın ve Türk halkının büyük tepkisini çekti. Oysa reel politik açısından bu gelişme, Türkiye için harika bir haber. Aslında hiçbir anlamı olmayan bu oylama sayesinde Ermeni lobisi ilk kez psikolojik üstünlüğünü kaybetti, Ankara üstündeki “protokolleri onayla” baskısı kalktı ve Obama’nın bu yıl da “soykırım” demeyeceği kesinleşti. Şimdi Türkiye’nin bu “harika krizi” ziyan etmemek için uyanık olması gerekiyor. DEVAMINI OKU

24 Şubat 2010 Çarşamba

Salinger'a Ağıt: iPad Kazandı


Yaklaşık bir aylık gecikmeyle yayınlanan, yâni gündemi ıskalayan bir yazı bu... Amerikalı yazar J.D. Salinger’ın ölümünün, dünya için ne ifade ettiğine dair bir yazı... Küresel köyün münzevi kavalcısının, peşine taktığı çocuklarla terkettiği postmodern şehirde, arkasında bıraktığı “iPad” ile ilgili bir yazı... DEVAMINI OKU

2 Şubat 2010 Salı

Bir Dünya Balyoz

“Balyoz” iddialarının ardından bazı kesimler, dünyanın hiçbir demokrasisinde askerin “iç tehdide karşı sıkıyönetim hazırlığı yapmadığını” savunmaya başladı. Türkiye’de neyin ne olduğu henüz anlaşılamadığından işi yargıya bırakmak en iyisi, ama dünyadaki tablo da yıllardır benzer bir halde. Gelin size Batı Avrupa’daki “iç tehdit” önlemlerinden ve ABD’nin “sıkıyönetim hazırlığından” bahsedeyim. DEVAMINI OKU

21 Ocak 2010 Perşembe

Eksen Kayması Değil “Eksen Eğikliği”

Türkiye’nin yeni dış politikasının ABD’nin bölgesel çıkarlarıyla “örtüştüğünü” artık herkes kabul ediyor. Ama hangisi doğru: Ankara, Obama Yönetimi’nin talimat veya ricalarını mı yerine getiriyor? Yoksa tamamen kendi inisiyatifiyle hareket ediyor ve tüm kararları bir şekilde ABD’nin çıkarlarıyla da mı örtüşüyor? İki sorunun da eksik olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türkiye için bir “eksen kayması” söz konusu değil. Astronomideki “eksen eğikliği” kavramı, yeni dış politikamızı ve onun kusurlarını daha iyi tanımlıyor. Bence önceliklerimizi yeniden tanımlamalı ve sormalıyız: Arap aleminde prestij kazanmanın bize somut faydası nedir? Yüzümüze Ortadoğu’ya bu kadar dönerek, Avrupa ve Orta Asya’daki çıkarlarımızı unutmadık mı? DEVAMINI OKU

5 Ocak 2010 Salı

Avatar'ın İdeolojisi


Kimisi yere göğe sığdıramıyor, kimisi “klişelerle dolu” diye eleştiriyor... Avatar’ın, en azından üç boyutlu görselliği ve müthiş gişe başarısıyla şimdiden sinema tarihine geçtiği bir gerçek. Bense filmin ticari veya estetik başarılarından çok, içeriğiyle ilgiliyim. Acaba hakikaten, mesela Taha Akyol’un dediği gibi, “Sömürgeciliğe yöneltilmiş muhteşem bir insani eleştiri” mi bu film? Yoksa tam aksine, Batı merkezli, tüketimci, kapitalist, militarist, erkek egemen, beyaz ideolojinin yeniden üretimine “şık” bir katkı mı? DEVAMINI OKU

4 Ocak 2010 Pazartesi

Analiz: Ruhların Kaçışı


Türkiye'de "Ruhların Kaçışı" adıyla gösterilmiş Japonya yapımı animasyon Sen To Çihiro No Kamikakuşi hakkında 2004 yılı Haziran ayında yazdığım bir analiz:


----


bu harika film, yetişkinlerin dünyası ve çalışma hayatına adım atma kavramlarının ötesinde, aynı zamanda sert bir kapitalizm eleştirisi olarak da izlenebilir. sen to çihiro no kamikakuşi'deki tüketim toplumunun acımasızlığı, tıpkı animal farm'daki totaliter düzenin katılığı gibi üstü kapalı benzetmelerle yerilir.


evet. bence yaratıcı bir özgünlükle, sıkıcı olmaya eğilimli bir öğreticiliği birleştirirken bu kadar eğlenceli olabilen bu film bir hiciv klasiği olmuştur bile. mesela, içindeki hemen her öğeyi, kapitalizm eleştirisi ile ilintili bir benzetme olarak okuyabiliriz.


filmin başında, çihiro adlı küçük bir kızı ailesiyle bir kır gezisi sırasında keşfettikleri terkedilmiş lunaparka girerken görürüz. kız korkmakta, anne ve babası ise yiyecek birşeylerin kokusu ile bir dükkana yönelmektedirler. burada verilmek istenen mesaj bence şudur: servetin kendisinden öte, onun varlığına dair en ufak işaret bile, doğal durumda bulunan, ancak deneyimleri itibariyle kapitalist sisteme yatkın her bireyi kendisine çeker. sadece toyluk bunun önünde çekingenliğe neden olan bir engeldir.


kokunun geldiği dükkanda buldukları binbir çeşit yiyeceği yerken domuza dönüşen anne ve babasını terkerek kaçan çihiro, yolda haku adlı bir gençle karşılaşır. kendisi gibi insan görünümünde olan bu gencin yardımı sayesinde, hava kararırken bir yere saklanmayı başarır. artık kendi dünyasına dönmek için çok geçtir. eşiği bir kez geçmiştir. kendisini kurtarmanın ötesinde, ailesini de kurtarmak için bu yeni dünyadaki çıkar çatışmaları ve fırsatlardan yararlanmak zorunda olduğunu öğrenecektir.


ergenliğe adım attıktan sonra, iş dünyasının dışında kalmak için çok az umudun olduğunu vurgulayan bu sekans, bir gemi dolusu tuhaf yaratığın, lunaparkın ortasındaki ana bina olan otele dolmaya başlamasıyla gerilim kazanır.


çihiro, kendi varoluşundan çok daha önce kurulmuş bir düzene girmek zorunda kalmış, bir köşede beklemektedir. "iyi" bir karakter olduğunu sezdiğimiz haku, ona "çalışmak zorundasın" dediğinde, tamamen yok olmamak, yani bu otel-hamamın işletmecisi kötü büyücü yubaba'nın, "işe yaramazsan seni taşa çeviririm" tehdidine hedef olmamak, "sadece kendi varlığını kurtarmak" için bu yeni dünyaya girer. modern dünyada çalışmak, iş sahibi olmak da, egemen sınıfın dışında kalan her birey için, sadece "kendi varlığını kurtarmak" anlamına gelmekte, hiçbir katma değer, bu dünyadan kaçış veya aileni domuzluktan kurtarma umudu içermemektedir. haku'nun verdiği ve bu dünyaya ait olan yiyeceklerden yemese, çihiro tamamen yok olacaktır. yani çevreyle işbirliği, bireysel varoluş için önkoşul haline gelmiştir.


yubaba'nın hamamında, herşey planlı bir iş bölümü içinde, adeta fordist üretim tarzıyla yapılmaktadır. türlü türlü yaratıklardan oluşan işçilerden hemen hiçbiri, buradan çıkmak, yeni bir hayat veya kendi işlerini kurmak gibi bir düşünceye sahip değildir. bu hamamda, her gece gelen 8 bin tanrıya hizmet vermek için çalışır. hele yağmur yağıp da, etraflarında gözalabildiğine uzanan bütün manzarayı sular kapladığında, iyice adaya benzeyen bu binayı terketmeyi düşünmezler. tıpkı 1984'teki gibi, düşünceden çok hareketleri vurgulanır ve bu hareketler de, üç güdünün, yani iktidardan korku, yandaşlara karşı kıskançlık ve görev sorumluluğunun çerçevesinde gelişir. çihiro, bu ortama ilk girdiğinde, insan kokusundan nefret eden bu işçiler bundan pek hoşlanmaz. ancak haku onları rahatlatır: "merak etmeyin, sizin yediklerinizden yemeye başlayınca insan kokusu geçer." burada, tüketim toplumunun bir parçası olabilmek, modern kapitalizmin içinde bile doğal bir insan olmak için gerekli yabancılığı gidermek adına, onun ürünlerinden faydalanmak gerektiğine bir gönderme vardır.


yubaba'nın, bu küçük kızı sistemine entegre etmek için izlediği yol da ilginçtir. beyaz yakalı üst düzey yöneticiyi oynayan, yani belki büyük bir şirketin ceo'su olarak görebileceğimiz, ama asla o şirketin sahibi olmayan bu cadı, küçük kızı başta kabul etmez, ancak ısrarını görünce itiraf eder: "kahretsin! dua et ki herkesi işe alacağıma dair kendi kendime söz vermiştim." yani modern dünyanın iş yaşamında işgücü, liyakat ve kabileyetten çok, ısrarcılık yoluyla kendini yeniler.


ama bu işe alınma işlemi sonrası, yubaba sistemin devamı için uyguladığı yöntemi devreye sokar ve çihiro'ya ismini değiştirmesi gerektiğini söyler. küçük kıza "sen" adını veren yaşlı cadının amacı, çihiro'nun geçmiş yaşamı ve kültürel aidiyetiyle bağlantısını koparmaktır. yani binbir tür varlığın bulunduğu, adeta sirk gibi duran, bu kadar çeşitli, bu kadar heterojen, bu kadar bol canlı cinsini barındıran hamamda, işçilerin herbirinin kimliği yubaba tarafından belirlenmiştir.


tıpkı modern dünyada, küreselleşme ile yüceltilerek zenginleştirildiği söylenen etnik kimliklerin, aslında varolan, hakedilen, yaşatılan değerlerden çok, hegemon kültür tarafından ve onun çıkarları doğrultusunda atfedilen, bahşedilen veya dayatılan sanal görüntüler olması gibi.


kapitalizmin yarattığı bu yanılsama, öz benlikleri üst kademeler tarafından atanan, ancak dış görünümleri çeşitlilik arzeden, adeta tadı, kokusu, görüntüsü aynı, ama ambalajları farklı mısır cipsleri haline getirildiğimizin resmidir aslında. çihiro, adını unutursa, bu dünyadan kurtuluşu olmadığını bilir ve filmin etkileyici sonunda, kişisel kimliğin farkında olmanın dayanışmayla da mümkün olabileceğini vurgular.


yubaba'nın çocuğu da ilginç bir görüntü sergiler. normal bir bebek görünümünde, onun tavırlarına sahip, ancak boyut olarak ondan kat be kat büyük, devasa bir bebek olan boh, aslında kapitalizmin patronlarının yarattığı ürünlerin ve kendi uzantılarının, görsel açıdan ne kadar sağlıklı görünürse görünsünler, bir şekilde şişirilmiş, suni, "hormonlu" oldukları mesajını verir. işin ilginci, film ilerledikçe, bir fareye dönüşen boh'u, annesi bu haliyle görünce tanıyamaz ve "zavallıya bak, ne kadar iğrenç" diyerek onu öldürmekten son anda vazgeçer. yani modern dünyada egemen bireyin değer verdiği şey asla öz veya içerik değil, görüntü ve ambalajdır. görüntü ve ambalajı güzel olmayan bir şeyin, esas itibariyle güzel olabileceğine ihtimal verilmez.


ancak bu dünyanın asıl patronu, yubaba değildir aslında. o, hamamın patronudur. yani şirketin ceo'su. oysa bütün hizmet, şirketin ve dünyanın sahipleri, yani üzerlerindeki bütün kiri hamamda yıkamaya gelen 8 bin tanrı içindir. modern dünyada küresel gelirden en büyük pay alan, kaymağın kaymağı 8 bin kişiyi temsil eden bu tanrılar, meşruiyetlerini de, sahip oldukları bu dünyada kendileri için çalışan milyonlarca işçinin hizmetinden alırlar. kirlerini temizlemek ve bu kirleri görmezden gelmek karşılığında yemek, para ve altın. çift taraflı bir memnuniyet hali.


ancak çihiro için, 8 bin tanrı ve yubaba'nın sistemine entegre olmasını sağlayan ilk hamle, haku'nun iyi niyetli yardımıyla, ikincisi ise, lin adlı bir genç kızın, abla hüviyetinde ona yol göstermesiyle gelir. haku, sistemden kaçmak için ilk yapılması gerekenin ona adapte olarak inceliklerini, kısayollarını ve "sihirlerini" öğrenmek olduğunu küçük kıza gösterir. lin ise, haku'nun teoride verdiği bu dersi, çihiro için bir staj haline getirir. fakat kişisel ilişkilerinin dışında, otelin içindeyken ast-üst ilişkilerinin korunması gerektiğini, bütün iyi yürekliliğine rağmen göstermekten kaçınmaz haku.


öte yandan, kazan dairesini işleten, 8 kollu, korkunç görünümlü yaşlı adam kamaji, modern dünyada her bir birimin başında bulunan, lider konumundaki herkesin mutlaka kötü olmayacağını gösterir. iyi niyet, görev ve görünüşten bağışıktır. zaten film boyunca, gerçek dünyada ya da bu ruhlar dünyasında kimsenin tamamen iyi veya tamamen kötü olmadığı da vurgulanır. kapitalist dünyanın en büyük özelliği, çaba göstererek kendini kanıtlayana hakettiği ödülü verme eğiliminde olması, en azından bu sözü vermesidir.


hamama devasa bir çamur kitlesi olarak gelen nehir tanrısı okuterasama iki yönden ilgi çekicidir. çihiro -veya artık sen- bu tanrının banyosu sırasında ona yardım ederek, içinde sanayi atıkları ve çöpten oluşan pisliği döküp rahatlamasını ve ejderha ruhunun hafifliğine kavuşmasını sağlar. bunun ödülü, bizzat tanrıdan aldığı sihirli bir kek ve ceo yubaba'dan aldığı "büyük bir iş başardın" övgüsüdür.


Diğer ekolojik mesaj ise, kapitalizmin kendi pisliği ile kendisini hantallaştırdığı, sadece dünyayı kirletmekle kalmayıp, kendi varlık ve devamını da tehlikeye soktuğudur. daha da ilginci, "dünya üzerindeki her kaynak, doğal olsun, insani olsun, kapitalizmin çıkarları doğrultusunda kullanılabilir; ancak sırf kapitalizmi çökertmek adına, bu kaynakların daha da hızlı tükenmesine göz yummamalı, aksine ne amaçla kullanılacağını umursamadan bu kaynakları geri kazanmak için gerekli çabayı sarfetmeliyiz" mesajıdır.


ama bu dünyanın içinde bir tür köle haline gelmiş insanlar için bu bilinçlilik imkansız görünmektedir. kamaji'nin emir erleri olarak çalışan, yürüyen küçük kurum (is) parçaları, sadece kol kuvvetine dayanan işleri yapan modern toplum işçilerini, örneğin madencileri simgeleyen bir metafor olarak yorumlanabilir. kazan dairesine yakıt taşıyan ve bu işlem sırasında karşılaştıkları en ufak sorunu (örneğin çihiro'nun ayakkabısına takılmayı) kendi zihinsel yöntemleriyle aşamayan bu varlıklar, özünde saf ve iyi bir yapıdadır. ancak bu onların sistemi anlamalarına yetmez. söyleneni yaparlar. karşılığında aldıkları küçük şekerlerin yıldız şeklinde olması, modern toplumda televizyon starları ve şarkıcılarla mutlu olan, tatmin olan, doyurulan sıradan vatandaşın durumuna bir göndermedir.


filmdeki bir diğer esrarengiz öge olan kaonashi, yani "yüzsüz" ise bence kapitalizmin bir yan ürününü temsil ediyor. küçük kızın saflığından yararlanarak hamama girmeyi başaran yüzsüz, etrafındakilere para vaadettikten sonra onları yiyor ve yedikçe onların kılığına bürünerek büyüyor. sonunda devasa bir boyuta ulaştıktan sonra, hamamdan onu çıkaran da çihiro oluyor. çünkü yüzsüz'ün tek dileği, takıntı haline getirdiği küçük kızın ne istediğini öğrenmek. çuval dolusu altını bile istemeyen bu küçük kızın iradesi sayesinde bu tuhaf ruh da içindekileri
kusarak hafifliyor ve ona katılıyor. pek net olmasa da, burada kapitalist sistemde bir asalak olarak yaşayan, onun yayılma hırsı sayesinde büyüyen sinik ama uyanık bireylerin bir yansımasını görebiliriz. yüzsüz'ü, moda deyimiyle bir "hortumcu", vurguncu veya düzenbaz olarak da yorumlayabiliriz. hamama, yani sisteme dahil edilmeyen bu yaratık, tıpkı tanrılar gibi başkalarının pislikleri ile büyüme ve zenginleşme yeteneklerine sahip olmasına rağmen, bir nedenle dışlananları, mesela taşralı, sonradan olma zenginleri de temsil ediyor olabilir. ve film, onların bir kurtuluş ihtimali olduğunu, çünkü saf olana besledikleri doğal merak yüzünden, "devrimci" liderleri izleyebilecekleri sinyalini veriyor.


bu kapitalist sistemde kurtarıcı, tek bir karakterden çok, dışarıdan geldiği için saf kalan ve henüz öğrenmeye muhtaç olan çihiro ile, ona yol gösteren, sistemi bilen, ancak bir şekilde o sisteme esir olan haku'nun işbirliği, yani duygusal boyutta aşkları gibi görünüyor.


bir ejderha kılığına girerek patronu yubaba'ya koruyuculuk görevi üstlenen haku, kapitalist sistemin aslında son derece kırılgan olmasını, çünkü üst sınıfları orada tutan, orada koruyanın aslında hem beyin, hem kol olan orta sınıflar olmasını vurguluyor. işin ilginci, filmin en etkileyici sahnelerinden birinde, ejderha halindeki haku'nun gökyüzünde kuşa benzeyen beyaz yaratıklarla mücadele ettiğini görüyoruz. sekansın en vurucu kısmında otel binasının üst katlarındaki çihiro'nun yanına sığınan yaralı haku'nun ardından, bu yaratıkların yüzlercesi geliyor ve bu yaratıkların aslında kağıttan kuşlar olduğunu anlıyoruz.


yani modern toplumun belkemiği olan, platon'un devlet'indeki koruyucu sınıf durumunda bulunan kapitalist orta sınıf, üst sınıflar tarafından uydurularak tehlikeli olduğu yanılsaması yaratılan sahte hedeflerle aslında boşu boşuna mücadele etmektedir. üst sınıflar, orta sınıflar için bir tehdit "yaratarak" onlara meşgale üretmemiş olsa, ilk hedefin kendileri olacağını bilirler. peki bu kuşlar kağıttansa, haku neden yaralanmıştır?


bunun cevabını da, yubaba'nın üst katlardaki odasına haku'yu bulmak için giden çihiro'nun sırtına yapışan o zararsız kağıttan kuşlardan biri sayesinde öğreniyoruz. bu kuş, yubaba'nın odasına geldiğinde bir anda şekil değiştirerek, tıpkı yubaba'ya benzeyen, onun ikiz kardeşi zeniiba haline gelecektir. kardeşinin aksine iyi bir cadı olan zeniiba'nın verdiği yin-yang mesajı açıktır. ancak asıl mesele, yubabu'nun haku'nun içine yerleştirdiği zehirdir ve zeniiba'nın daha sonra verdiği sırra göre, kendisinden çalınan bir mühürle yerleştirilen bu büyülü zehrin tek ilacı sevgidir, aşktır.


burada verilmek istenen mesajın, üst sınıfların, orta sınıflar üzerinde egemenlik kurmak için onları bağımlı tutacak yöntemler geliştirdiği, ancak bu yöntemlerin, orta sınıfların tüm iyiniyetlerine rağmen kurtulamadıkları açgözlülüğü yüzünden etkin hale geldiğidir. modern dünyadaki bu sistemin yıkılmasının tek anahtarı ise, kitlelerin birbirleriyle dayanışması kadar, bireylerin tek tek duydukları sevgi ile de mümkündür. fazla insancıl ve safça bir mesaj olsa da, ancak bu yolla kendi kimliklerine ulaşacak kitlelerin, dizginlerinden boşanabileceği vurgulanır. zaten anne-babasını kurtarmaya yarayabilecek tek şey olan sihirli keki, haku'nun iyileşmesi için harcayan çihiro, bu sevgiyi göstermiştir.


ama kapitalist sistem kendi çarklarıyla işlemeye başladıktan sonra, onu topyekun değiştirme imkanının kalmadığı, hiç de umutsuz olmayan bir yaklaşımla filmin sonunda vurgulanır. buradaki vaat, sistemin yıkılması olamaz, çünkü bu mümkün değildir. ancak ve ancak, bu dünyanın içindeyken, yukarıdaki yollardan giderek bir hafifleme, rahatlama olası görünür. japon efsanelerinin pek benimsediği bir olgu olan şekil değiştirme ve farklı bir vücutla, yine aynı dünyada, ama daha mutlu olma imkanı her zaman vardır. bu dünyanın gedikleri keşfedildiğinde, kitlesel olarak değil, ama bireysel olarak dışarıya kaçmak da mümkün olabilir. bu ruhsal kaçış, zor ama olasıdır. ama o halde bile, bu korkunç dünyanın varlığı sonlanmaz ki; ancak biz artık herşeyi dışarıdan, uzaktan, yukarıdan görme özgürlüğüne sahip olduğumuz, bir köle olmadığımız için bireysel mutluluğa ulaşabiliriz.


"mutlu olmak, kendi varlığının farkına varmak ve onu gerçekleştirmek için çaba sarfetmenin yanısıra, dünyayı küçümsemeden görmek, kabullenmek ve anlamak demektir" mesajı da filmden çıkabilir. asıl kilit nokta, bütün bu aşamaların, yanınızda doğru insan varken, karşılıklı yardım ve anlayışla beraberce aşılması halinde anlam kazandığıdır. bu da aslında bir tür büyüyle, altı milyarlık dünyamızda neden geri kalan 5 milyar 999 milyon 999 bin 999 kişinin değil de, onun "doğru insan" olduğu mucizesiyle ilgilidir.


yani aslında bu filmin, büyümek, çalışmak ve aşık olmak konuları çerçevesinde, "alice harikalar diyarında" filminin bir türevinden çok, imdb'de de belirtildiği gibi, "fight club"ın animasyon formatında, tamamen üstü kapalı, masum görünen, neşeli bir versiyonu olduğu söylenebilir.


ayrıca daha başta dediğim gibi, bu anlattıklarım filmin sadece kapitalizm eleştirisi çerçevesinde yorumudur. bu benzetmeler daha da detaylandırılabilir. mesela yubaba'nın sadık yardımcıları olan sakallı üç yeşil kafayı hiç zikretmedim.


film o kadar derin ki, aynı simgeler kullanılarak bambaşka benzetmeler yapıldığı da görülebilir. çocukluktan ergenliğe geçişten, bilinçaltı simgelerinin kullanımına, japon geleneklerinden, aşkın tanımlanışına kadar pek çok farklı yere çekilebilir, bir kez de bu açılardan yorumlanabilir bir film bu.


bu kadar laf ettikten, içiçe benzetmeler olduğunu vurguladıktan sonra bunu söylemem biraz tuhaf olabilir, ama filmin yaratıcısı miyazaki'ye sorduklarında, "bir hiciv örneği gibi duruyor. ama hiç de öyle değil. sadece 10 yaşındaki çocukların sevebileceği birşeyler yapmak istedim" demiştir. ben de miyazaki ustaya, haddim olmayarak "hadi canım sen de!" demek istiyorum.